AltStory – Golden Axe

Ne zamandır bu köşeye başlama arzusundaydım. Kısmet 80’lerin efsane Beat’m Up’larından Golden Axe ‘in öyküsüneymiş. Köşenin amacını maksadını özetlemek gerekirse Alternatif Dünya’larda pek çok efsane, pek çok akılda kalan hikaye anlatılagelmekte. İşte bu köşemizde AltDünya olarak bir hikaye anlatıcı rolüne bürüneceğiz ve bu hikayeleri siz AltDünya sakinlerine anlatacağız ki, sizlerde bilin, öğrenin, başkalarına anlatın. İlk konuğumuz da benim için yeri ayrı olan, 90’larda kardeşimle beraber Co-Op bir şekilde deli gibi oynadığımız, bugün hikayesi artık klişe gelse de yine de bir şekilde anlatmaya hatırlamaya değer efsane oyun Golden Axe. Haliyle (oyunun hikayesini anlatıyorum, e herhalde yani) spoiler içeriyor ama hikayenin çok spoilerlık bir durumu da yok aslında, onu da söylemiş olayım. Buyurun efendim.

Başlangıç

Olaylar Yuria adındaki bir AltDünya’da (hep bir site adına referans, evet) geçmektedir. Eski zamanlarda (işte Ancient Times der ecnebiler, Kadim Zamanlar, ilk çağları falan gibi düşünün evrenin), dünyanın karanlığından acımasız devlerden oluşan bir ırk ortaya çıktı ve Büyük Tanrıları (ki boy olarak devlerle yakınlardır diye tahmin ediyorum, yoksa büyük değil, normal tanrılar derlerdi herhalde) savaşmaya zorladı. Her iki tarafta birbirine denk şekilde dövüşmekteydi (Demek ki o kadar da büyük değillermiş) ve savaş sonsuza kadar sürecek gibiydi. Ancak devlerin gücü ele geçirilince (Bu kısım biraz muallak, yani bir katakulli mi var, ne bileyim karanlıktan çıktıklarına göre lambayla mı daldılar, hiç bir bilgi yok) dövüş aniden sona erdi ve devler geldikleri karanlığa geri sürüldüler.

Savaş bitmişti ama savaşanların pek çoğu da (haliyle) ölmüştü. Tanrıların ülkesinde hayatta kalanlar “Golden Axe/Altın Balta” adında bir silah (İlerleyen zamanda anlayacağız ki, bu silahın pek bir numarası, işlevi falan yok) yarattılar. Uzun bir süre sonra tanrıların eski ülkesinde insanlar ortaya çıkmaya başladı (ki bu durum bende Tanrıların sadece biraz daha güçlü insanlar oldukları hissiyatını uyandırdı. Hem yeri yurdu normal insana bırakıyor, böyle bir şey yaratma durumları falan yok gibi, bunlardan habersiz karanlıktan devler falan çıkıyor. Ne oluyor ya?). Golden Axe bir süre önce tanrıların elinde değildi artık (Niye ki? Giderken götüremiyorlar mıymış?) ve ülkede insanlar hüküm sürmekteydi. Kötü devlerden biri (bir şekilde) hayatta kalmıştı; Death Adder (Ölüm Ekleyici? Eminim Japoncası çok karizmatiktir) ve kendisi insanları kandırıp baltayı ele geçirdi (sebep?). Kötü güçler ülkeye geri dönmüş ve karanlıklar çağını başlatmıştı. (Uuuhuuu.. Heyecan şeysi yaptım size.)

Ax Battler

Ax Battler’ın avı beklediğinden daha iyi geçmişti ve mutlu bir şekilde sakince evine dönüyordu. Evde annesini (koskoca barbar savaşçıyı ana kuzusu yapmışlar ya la) ne kadar mutlu edeceğini düşündüğünde hızını arttırdı. Kendisi hala çok gençken babasını kaybettiğinde, annesini gülümsetmek onun için çok önemli hale gelmişti. Köyün girişine geldiğinde kimseden bir iz olmaması dikkatini çekmişti (gözlem gücüne hayran kalmamak elde değil) ve gördüğü şey karşısında dona kalmıştı. Köyde bir sürü ceset yığını vardı. “B..Bu… imkansız” diyebildi. Aklına annesi geldi (Bir anne kuzusuna göre oldukça yavaş ama neyse) ve hemen evine doğru koştu. Evinde mobilyalar paramparça olmuştu (Bu detayı niye vermişler anlamadım. Sanki öyküyü dekorasyoncu falan anlatıyor gibi) ve annesi bir kan gölünün ortasında yatıyordu. Ax “A..An..Anne” diyebildi mırıldanabildi ve sonra sessizce yerinde kaldı.

Tyris Flare

Son dönemde, Death Adder’ın güçlerinin sınırlarında belirmesinden beri Firewood Krallığı’nda (nedense :)) gerginlik başlamıştı. Yine de bugün farklıydı, bugün Prenses Tyris Flare’in 17. yaş günüydü. Ülkede (sarayda yapılıyordur herhalde. Yoksa bakkal Mehmet Efendi’nin Tyris’i çok iplediğini sanmıyorum ben) büyük bir kutlama yapılıyordu. Ülkede kutlamalar devam ederken, haberci askerlerden biri saraya geldi. Death Adder’ın ordusunun saldırısını bildirmeye çalışıyordu (Niyeyse “çalışıyordu” demişler. Adam tam metni okuyamadan mefta oldu diye düşündüm). Kraliçe kalktı (oturduğu yerden emir vermek ona yakışmazdı) ve tüm ordunun hazırlanmasını (hazır olmayan ordu mu olur?) emretti. Ancak Firewood Ordu’su hazırlıksız (olurmuş demek ki) yakalanmıştı, kırılmış ve mağlup bir şekilde geri çekildiler.

Düşman ordusu sarayı sardığında kraliçe tek kızı Tyris’i yer altındaki küçük (ama tabi 17 yaşındaki kızın sığabileceği ama kolay çıkmayacağı belli ki) bir odada sakladı. Dışarıdaki kaos sona erdiğinde Tyris odadan çıkmayı başarmıştı (Peki niye bu kadar uzun sürmüştü çıkması, bu çıkma çabaları kötü adamlarca duyulmamış mıydı? Hep soru işareti bunlar). Ancak saray cehennem gibiydi. Kalenin her yerinde dost askerler ve düşmanların cansız bedenleri vardı. Ailesi de onların arasındaydı. Tyris ağladı. Tanrılara sinirliydi (çok vasıflı olmadıkları için onlara kızsan ne kızmasan ne), Death Adder’ı lanetlerken, güçsüz olduğu için kendine de kızıyordu. (Evet bir odadan çıkmayı bile başaramıyor yani)

Gilius Thunderhead

Firewood Krallığı’nın her yerinde halkla (tam halk değil de işte eli silah, balta falan tutan herkes gibi düşünün) Death Adder’ın birlikleri arasında dövüşler vardı. Savaş, bütün düşmanlarına (düşmanı değil de önüne gelen desek daha doğru olur heralde) üstün gelen Death Adder’ın güçlerinin muazzam (namağlup şampiyon gibi) zaferiyle sonlanmak üzereydi. Gilius Thunderhead ve ailesinin kalan son üyesi genç kardeşi Gari de Firewood Krallığı ordusunda asker olarak (Ulan son kalan aile üyeni niye asker yaparsın bre mel’un, bırak çocuk çiçekçi falan olsun, keyifli keyifli yaşasın) savaşmaktaydılar.

Ancak durumlar Gilius’un istediği gibi ilerlemiyordu (Gilius’a kalsa hiç savaşmadan yenmek isterdi herhalde) ve sonunda Death Adder’ın ordusu Firewood Kalesi’nin önüne kadar geldi. Krallık ordusu iyi savaşmıştı (neye göre, bariz bir şekilde kaybetmişler, kötülermiş yani) ama düşmanın yüksek sayısı (sonradan bunların üç kişiye yenileceği düşünülünce olay biraz değişik geliyor) karşısında teker teker birbirlerinin önünde (ölüyorlar demeye çalıştık. anlayın işte) düşüyorlardı. Gilius da düşmanla karşılaşanların arasındaydı (ama o hemen düşmemişti, birazdan düşecekti).

Yorgunluktan bir dakika (net süre verdik) gardını düşürdü ve arkasından (neyle olduğunu da yazsalarmış keşke) vuruldu. Bilinçsizce düşerken bir çığlık çıkarabildi (ya ne gereksiz bir detay, film olsa slow-mo düşecek zaten, çığlığa gerek yok). Bir süre sonra Gilius’un yanağına sıcaklık (beynine kan gitti derler) geri geldi ve (sıcaklıkla birlikte) kendine geldi. Üzerinde bir başkası yatıyordu (Hoop, yanlış olmasın cansız beden) ve hareket edemiyordu. Gücünü kullanıp üstündekini silkelemeye çalıştı, belli ki üstündeki kişi onu korumak istemişti (Bunu nasıl anladığını merak ediyorum hakikaten). Biraz daha dikkatli bakınca üstündeki figürün onu korur gibi duran kardeşinin bedeni olduğunu gördü. “Gariiiii” diye bağırdı boş savaş alanında sonsuza kadar yankılanacak gibi gelen sesiyle.

Oyunun Hikayesi ya da Ax, Tyris and Gilius Death Adder’ın ordusuna karşı

Death Adder Firewood Krallığı’nı yok edeli altı yıl olmuştu (ve bizim hepsi savaşta kaybeden çocuklarımız da serpilmiş, kaslanmış ve büyülü güçler edinmişlerdi, bunu yazmamışlar da). Bu sürede Death Adder’ın güçleri Firewood’un güneyindeki Southwood Krallığı’na kadar genişlemişti. Southwood Kalesi işgal edilmiş ve (hikayenin bu kısmına kadar herkesi öldüren, adında bile ölüm ekleme olan adam tarafından niyeyse) kralla prenses esir alınmıştı.

Üç savaşçı bu durumu ölmek üzere olan arkadaşları Alex’ten öğrenmiş (Bu arada Alex’i gözlerinin önünde düşmanın biri ağır yaralıyor, bizimkiler müdahale etmek, öç almak falan geç, hiç bir hareket yapmıyorlar. Çok sevmedikleri bir arkadaşları demek ki) ve Yuria’yı özgür kılmak ve Death Adder’ın ellerinde kaybettiklerinin öcünü almayı görev edinirler. Onlar (Deminki tanıtımlar yokmuş gibi dinleyin işte) Gilius Thunderhead, savaş baltası (bazı versiyonlarda Golden Axe’e uygun olarak sarı ama mantık hatası yarattığı için çoğu versiyonda gri) kullanan bir cüce/dwarf, Ax Battler, (isminde baltanın ingilizcesinin ilk iki harfi olmasına rağmen) iki elle kullanılan kılıç kullanıcısı bir erkek barbar ve Tyris Flare, uzun kılıç kullanan (ve nedense zırh giymek yerine bikiniyi tercih eden) bir amazon.

Savaşçılarımız yağmalanmış Turtle Village/Kaplumbağa Kasabası’nın sakinlerini kurtarırlar. Bu kasaba dev bir kaplumbağanın sırtına konumlanmıştır. Kaplumbağa kahramanlarımızı denizin ötesine götürür (bişi diycem, bu kaplumbağa kasabası seyyar mıymış yaw? Keşke Death Adder’ı görünce kaplumbağa kaçaymış), daha sonra “Şeytan Yolu/Fiend’s Path”ı geçer ve dev bir kartalın sırtında kaleye uçarlar (Bunların hepsi oyunda animasyon ve bence başarılı tercihler). Kaleye ulaştıklarında (haliyle) Death Adder ile yüzleşirler. Çok güçlü (ki bu gücün ne olduğunu hiç bir şekilde öğrenemeyeceğiz herhalde) Golden Axe’i kullanıyor olmasına rağmen Death Adder yenilir ve barış (Firewood, Southwood’un emri altına mı girdi peki, yeni hiyerarşik yapı nedir bir açıklasaydınız) geri gelir.

Not:

Golden Axe ‘in Mega Drive ve PC versiyonlarında kahramanlarımız aynı zamanda son boss olarak Death Adder’ın ustası Death Bringer ile de kapışırlar. PS2 versiyonunda Bringer yerine tam gücünü kullanan Death Adder ile yeniden dövüşürler. Sonuçta hepsinde barış gelir. 🙂

 

İşte ilk AltStory bu şekilde efendim. Umarım Golden Axe ‘in öyküsü sizi de benim gibi nostalji rüzgarlarına sürüklemiş ve keyiflendirmiştir. Eğer sizin de burada anlatılmasını istediğiniz oyun/film/dizi/ÇR/kitap vs. hikayeleri varsa bize yazın, değerlendirelim. Bir başka yazıda görüşene dek esen kalın.

Spread the love

1 geri izleme / bildirim

  1. OyunYorum - Golden Axe Classics (2010) - AltDünya

Bir yanıt bırakın